
“Ertan Bey, çok kötü davrandınız bu sefer. Adam alı al moru mor oldu karşınızda. İki metre adam yerin dibindeydi ve herkes onun suçu olmadığını konuşuyor. Ben sadece bana her zaman geribildirim ver dediğiniz için söylüyorum, yoksa üstüme vazife değil tabii ki.”
“Bak canımın içi ara sıra bana söz söyleme cesaretini sana ben mi veriyorum? Ben sadece bugün böyle değilim. Mahallede de kimse uğraşamazdı, ödleri kopardı yapabileceklerimden. Yaptıklarımdan değil, yapabileceklerimden. İyi tanırlardı beni. Sen bunca yıldır tanımadıysan, seni bağlar. Okulda böyleydi, bilmem kaç patronla kaç şirkette böyleydi. Yaptıklarım değil yapabileceklerimden kork sen benim. Bu bize babadan vergi, öyle yolda bulunmadı. Toprağı ot olsun çok çektirdi çevresine ama girdi mi mahalleye çıt çıkmazdı. O yüzden sen beni öyle belleme, ikide bir de aklına geleni söyleyebileceğin müdürlerin safından çıkar. Bizim ateşimiz babadan.”
Değişken Mekanizmalar
Ne kadar değişkeni ve bilinmezi içinde barındıran bir diyalog? Bir yönetici ile asistanı, en azından bağlı bir çalışanı arasında geçen bir diyalog olduğu açık. Ertan Bey yönetici, ilk diyalog öznesi biraz imtiyaz almış çalışan. Ya diyaloğun gelgitli kurumsal diyalog ile yöneticinin kökenlerine seyahat eden kelime seçimlerine ne demeli? “Canımın içi, seni bağlar, babadan vergi, toprağı ot olsun, öyle belleme, safından çıkar, bizim ateşimiz?” Bunların hangisini gündelik kurumsal hayatımız içinde bulmamız olasıdır? Hemen hemen hiçbirini… Bulmak isterseniz Kemal Tahir romanları size bir sipariş kadar yakın. Ancak iş kurumsal diyaloglara gelince bizlere bir o kadar uzak kalır. Bazılarınızın bizde var dediğini işitir gibiyim. En azından aynı formatta diyaloglar olmasa da yöresel ağız, kaba ya da argo sözlerin havada uçuştuğu diyaloglara şahit olanlarınız vardır. Şahit olmayanlar sesini çıkarmasınlar, huzurun tadını çıkarsınlar.Yukarıdaki diyalogda sadece iki gerçeklik var. Birincisi, bazı insanlar istemeseler de altyapılarını, yaşanmışlıklarını belli ortamlarda gün yüzüne çıkardığında ancak rahatlar. İkincisi ise, psikopatlar bir tarafı ile genetik kodların miras yedilerindendir: Bizim ateşimiz babadan.
Hediye mi Miras mı?
DDD… Yan yana sadece baş harflerini yazdığımızda patlayıcı bir maddenin kod adını çağrıştıran DDD… Bizim çok aşina olduğumuz kavramlar aslında. DDD duygularımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımızın baş harflerinden oluşturulan kestirmeci terminolojiye öykünen bir kısaltma. Davranışlarımızı, yani aslında yüzde 100 dışarıya kendimizi gösterdiğimiz, kendimizi ele verdiğimiz tepkilerin yekününden ibaret. Davranışlarınızı önceleyen düşüncelerinizi paylaşmazsanız, yani her aklınıza geleni ulu orta paylaşmayan bir kişiyseniz düşüncelerinizi de sizin sadece bizimle paylaştığınız kadarı ile biliriz. Ya duygularınız? Duygularınızı ne kadar paylaşıyorsunuz? Cevap, “Kendimi rahat hissettiğim kadar” olabilir. Ya karşınızda kendini hiçbir zaman rahat hissedemeyen ve rahatlatamayan, hep dürtülerini besleyen, duygunun ne kelime anlamını ne de kendisinin varlığının farkında olmayan bir kişi varsa? Psikopatların sihirli dünyasına hoş geldiniz. Onların sadece Hollywood filmlerinde abartılı karakterler olarak karşımıza çıkmadığını, çoğunlukla bizzat aramızda nefes alıp verdiklerini “Liderlikte Karizma ve Psikopati: İş Dünyasında Yanıltıcı İkilikler” ve “Liderlikte Re-Dark Triad: Yeni Bakış Açıları” yazılarında değinmiştik. Ama sıra nedenlerine gelmemişti.
DDD’nin üçüncü D’si yani davranışlarımızı belirleyen birkaç faktör var. Bunların yetiştiğimiz aile ve bakım verenler, çevresel etkiler, çevrenin kültürü ve bunların en üstü deneyimlerimizin toplamı ile ortaya koyduğumuzu biliyoruz. Psikanalitik kuramın köşe taşı olan erken çocukluk dönemi yaşantılarının insan davranışlarına etkisinin hem psikanalitik yaklaşım hem de takipçileri diğer teoriler için psikolojide hatırı sayılır bir yeri vardır. Erken çocukluk dönemi yaşantılarının ve tecrübelerinin kişiliğin belirginleşerek bir zemine oturması ile daha sonraki davranışlara yön vermesi kaçınılmazdır. Bunu tek başına psikoloji alanına adreslemek kolaycılık ve bazen kısıtlayıcı bir yaklaşım olsa da yüzyıllar öncesine döndüğümüzde ve özellikle Doğu coğrafyasında çocuk yetiştirme ile ilgili çevresel ve ailesel faktörlerle ilgili hatırı sayılır bir literatüre sahibiz. Örnek vermek gerekirse; 14. yüzyıl alimlerinden İbn-i Haldun, erken çocukluk dönemi eğitimi üzerinde sürekli durarak önemine işaret eder. Bizim bugün bu bilgimizle erken çocukluk dönemi dediğimiz evrede üç önemli yaşantı, yetişkinin hayat akışı içinde vücut bulmaktadır. İbn-i Haldun, bu üç önemli ve kritik, hatta tekrarlanamaz yaşantıyı günün koşulları, standartları ve kültürü ile harmanlayarak ortaya koyar. Çocuk kavramı Batı literatürüne henüz çok uzakken çocuklara kullanılan sertliği eleştiren İbn-i Haldun bu evredeki bireylere sert davranmaktan kaçınılması gerektiğini öğütler. Yetişkin bir bireyden farklı olarak ayrı yöntemler ile çocuğun eğitilmesini ve bu sayede çocuğun zamanla gelişen tecrübelerinin oluşacağını ifade eder. Aksi durumda sert bir ortamda büyüyen çocuklar, cezadan kaçınmak için karşılaşacağı yaptırımlardan kurtulmak adına yalana başvuracak ve yalanı alışkanlık haline getirecektir. Bu yalana başvurma artıp alışkanlık haline gelirse ileride tutarsız ve dürüstlükten uzak bir hayat sürmeleri olasıdır. Farklı tarzlarla ve yöntemlerle beslenmeyen çocuk, kendisine özgü̈ bir öğrenme yöntemi geliştiremeyecek ve ona dikte edilenleri doğruluğunu sorgulamadan kabul edecektir. Dolayısıyla etrafındaki çeşitlilikten beslenemeyen, diğerlerinin tecrübesinden yararlanamayan, etrafındaki olumlu davranışları gözlemleyemeyen ve tekrar tekrar kendi deneyimleyemeyen çocuk; erdemli davranışlara hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Her ne kadar 14. yüzyıla a ait gibi görünse de bu erken çocukluk yaşantısına dair öğütlerin yetişkin kimliğine etkisini bugün tartışmıyoruz. Takip eden yüzyıllarda hem Batı hem de Doğu kültüründe tekrarlayan şekilde benzeri tavsiyelerle sıklıkla karşılaşıyoruz. Ana konumuz olmadığı için sadece çocukluk dönem yaşantılarımızın yetişkin hayatımızı ne kadar etkilediğinin altını çizerek, aslında bunun yeni farkına varmadığımız konusunda sadece bir pencere açtım. Merak eden varsa bu pencereden bakması daha fazla derinleşmemize katkı sağlar. Örneğin takdir ettiğimiz Montessori yöntemine bir göz atılsa acaba İbn-i Haldun ile paralellikler ya da en azından bazı benzerlikler görülebilir mi? Pencereyi meraklılarına emanet ettim. Yetiştiğimiz çevre ve ailenin bugünkü̈ halimizde etkili olduğu; davranışlarımızın en azından bir kısmını açıklamakta bize yadsınamaz bakış açıları getirdiği açık. Bunun yanında bir de eylemlerimizde hiç mi atalarımızın bize bıraktığı mirasın etkisi yok? Geldiğimiz noktada biliyoruz ki çağımızın vebası kanser dâhil birçok arazımız, adını bile bilmediğimiz dede ve ninelerimizin hediyesi. Belki birkaç kuşak sonra çok daha net bu mirasın etkisini tanımlayacak, önleyici tedbirleri hayata geçirebileceğiz. Genetik miras konusu her açıldığında nedense çoğumuzun aklına, hatta bu işle uğraşan bilim insanlarının bile aklına biyolojik fiziksel arazlar gelir. Fiziksel rahatsızlıklarımıza bu kadar etki eden genetik kodlarımızın ruhsal dünyamıza etkisi belki hayal ettiğimizden bile fazla. Örneğin amigdala; beynin altına yakın bir yerde konumlanan, duygusal öğrenme ve karar verme ile ilgili bir bölgedir. Amigdala, saldırganlık, cinsellik ve vurdumduymazlığı etkileyen bir alandır. Bugün normal olarak addettiğimiz bireyler ile psikopatların beyinlerinde yapılan ölçümlerde psikopatların beyninin bu alanında normal popülasyondan farklı örüntüler tespit edilmiştir. Sadece amigdala değil, beynimizin bir başka bölgesi olan prefrontal kortekste oluşan bir işlev bozukluğu da psikopati ile ilişkilendirilmiştir. Buradaki işlev bozukluğu davranış uyumlanması, dürtüsellik, karar verme, duygusal öğrenme alanlarında sorunlara yol açmaktadır. Bunlar da psikopatların bilinen davranış kalıplarına işaret etmektedir. Psikopatik özellikler gösteren kişilerde, ilkel sürüngen beyninden gelen ilkel duygusal tepkilerin beyin kortekslerinde evrimleşmemiş olması nedeniyle psikopatların karşılarındaki kişilerin duygularını anlama yeteneğinden yoksun olduğu belirtilmektedir.
Psikopat Kişilikler, Genetik Geçişler
Psikopat kişilerde genetik geçişlerin olabileceğini ortaya koyan çalışmalar git gide artıyor. Psikopatide genetik geçişin olduğunu ispatlamaya yönelik ikiz çalışmaları yapılmıştır. Bu ikiz çalışmalarında çevresel faktörlerin yanı sıra genetik geçişlerin de belirleyici olduğu yönünde pozitif bulgulara ulaşılmıştır. Bu çalışmalarda psikopatiyi güçlü̈ şekilde genetik geçişlerin belirlediği ve bu geçişlerde en yüksek katkıyı sağlayan özelliğin, duyguların anlaşılmaması olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca psikopatların beyin etkinlikleri fMRI kullanılarak ölçümlendiğinde; bu kişilerin, görsel ve sözlü duygusal uyaranlara psikopatik özellikler göstermeyen bireylerden tamamen farklı bir beyin yanıt örüntüsü ortaya koydukları görülmüştür.
Tüm bunlar ışığında; çevresel faktörlerin yanında genetik geçişin veya fetüsün nedeni bilinmeyen bir şekilde biyolojik bir etkiye maruz kalması sonucu empati ve korku gibi duyguları tanımlayamama ve bu duygulara karşı yüksek bir yetersizlik durumunun ortaya çıkması, psikopati olarak adlandırılır.
Yazımızı bitirmeden bir pencerede “Narsisizm Para Getirir mi?” yazımıza atıfta bulunarak narsisizme gönderme yapalım. Psikopatide kalıtımsal bir geçişin olabileceğinden bahsettik; bu alanda karanlık üçlünün diğer bozukluğu gözbebeğimiz narsisizme de değinmemiz gerekir. Narsisizmin de tıpkı psikopati gibi kendine özgü çevresel ve fiziksel faktörlerin yanında genetik geçişe sahip olabileceği yönünde kanıtlara ulaşılmaktadır.
Yeni yılın Karanlık Üçlü’den uzak, mümkün değilse tahkim edilmiş savunma hatlarını öğreneceğimiz güzel günler getirmesini dilerim.